Özellikle gerici iktidar sahiplerinin aynen uymak ve uygulamak istediği tek anayasa var: Bizzat kendilerinin yazdıkları anayasa!.. Yani kendi ağızlarından çıkan kanun olsun, anayasa olsun isterler.
Anayasalar biçimsel ve basit olarak, ülkelerin temel devlet örgütlenmesini, devlet ve yurttaş arasındaki ilişkileri, her iki tarafın yetki, görev, hak ve sorumluluklarını düzenleyen temel metinler.
Ama çok daha önemlisi, anayasa, sınırsız otoriteyi, dizginiz gücü sınırlama mücadelesinin, denetleme çabasının adı.
İktidar gücü, bireyin zaten doğuştan sahip olduğu haklara saygı duyacak, bireye bunların dışında yeni haklar tanıyacak; bu hakların başka bireylerce saldırıya uğramasını önleyecek...
Ama çok daha önemlisi, her şeyden, herkesten önce gücü, iktidarı kullanan kişi, kurum, makam saldırmayacak o haklara.
Çünkü bireyin, kendi hakkını başka bireye saldırarak koruması, geri alması (ihkak-ı hak, kısasa kısas), bir noktadan sonra yanlış bulunup yasaklanmış; çatışan bireysel çıkarlar arasına, hakem olarak devlet-yargı-hukuk sokulmuş.
Ama ya yürütme-yargı-yasama hak ihlal eder, haksızlık yaparsa, «ya tuz da kokarsa?..»
Bu soru hep sorulmuş, hep cevap beklemiş.
Çünkü «tuz», çok büyük bir sıklıkla KOKMUŞ!.. Yani yargı, yasama, yürütme, yani başbakanlar, başkanlar, krallar, padişahlar çok ağır hak ihlalleri yapmış, çalıp çırpmış, itiraz edene zulmetmiş.
Bir başka anlatımla demokrasi mücadelesi, insan hakları mücadelesi, bireyin bireye karşı hak mücadelesi değil. Bireyin bireye haksızlığına engel olması için oluşturulan devletin, onun organlarının ve en önemlisi bütün bunlara hükmeden şahıs ve şahısların kendilerine verilen yetkiyi haksızlık, kötülük, zulüm yönünde kullanmalarına karşı mücadele...
Dolayısıyla anayasa, anayasacılık, demokrasi, demokratikleşme, özgürlük mücadelesinin asıl nedeni, bireyle devlet, bireyle güç sahibi, iktidar sahibi çatıştığında, bireyin hakları güç (iktidar) sahibi tarafından korunmadığında, hele bir de iktidar sahibinin saldırısına uğradığında ne olacak, sorusu... Tuz kokarsa ne olacak sorusunun cevabı...
Jean Jacques Rousseau ve benzeri birçok düşünür, devletin oluşumunu, «içtimai mukavele», toplumsal sözleşme kavramı ile bu sorunun cevabına bağlamıştı. Yani bireyler «kimin gücü kime yeterse» durumunu ortadan kaldırmak için devleti yaratmışlar; devletin eline hukuk denilen, yargı denilen aracı vermişler, «biz kavga edersek önce kavga etmemizi önle, bizi ayır, haklıyı haksızı belirle» demişti.
Ama birincisi, iktidar sahibinin kullandığı devlet aygıtı, bireyler arası çatışmayı, bireyin bireye haksızlığını, saldırısını bile hala tam olarak önleyebilmiş değil.
Çünkü toplumsal sözleşme ile haklıyı haksızdan ayırmakla görevlendirilenler yine insan... Haksızlık yapan, bu yüzden çıkacak kavgayı ayıracak olana (polise, savcıya, hakime, hükümete) çıkar sağlar, kandırır, korkutur, vb. ise, haksızlık devam ediyor.
Sosyalist bakış açısına göre iktidar sahipleri, bu çatışmalarda taraflardan birini, hem de güçlü, varlıklı, ezen, sömüren tarafı özellikle destekliyor; hukuk, yargı gibi araçları desteklediği taraf lehine kullanıyor; dolayısıyla kaçınılmaz olarak güçsüz tarafın sürekli haksızlığa uğramasına yol açıyor.
Dahası...
Kendisi de yurttaş bireyle doğrudan çatışmaya giren iktidar, kontrolündeki devlet organlarını (yasama, yürütme, yargı), yaptığı haksızlığa itiraz edenlere karşı bir sindirme ve cezalandırma silahı olarak kullanmaktan da kaçınmıyor. Çünkü iktidar sahibinin istediği her şey parlamento çoğunluğu sayesinde yasa oluveriyor; iktidar sahibinin yasaya, hukuka aykırı hiçbir eylemi, işlemi kalmamış oluveriyor.
İktidar sahibine hiçbir suç isnat edilemeyecek, suçlanamayacak; buna karşılık tüm yasalar, iktidara yönelik eleştirilerin, itirazların tamamını suç sayacak; buna da «milli irade», «halk böyle istiyor» denilecek...
Modern anayasacılık veya kamu özgürlükleri tarihi, güç sahiplerinin haksızlıklarına karşı insanlığın mücadelesinin başlangıcı olarak İngilizlerin 1215 tarihli ünlü «Magna Carta Libertatum» una işaret eder.
Demek, insanlık en az 800 yıldır, güç sahiplerine karşı «bana haksızlık etme, bana zorbalık yapma» mücadelesi veriyor. Ama bugünkü manzaraya bakıldığında, 800 yıllık bu mücadele neredeyse hiç işe yaramamış!..
Çünkü anayasalar hukuki oldukları kadar siyasi metinler. Uygulama aşaması hukuki olsa da, yapılma aşaması tamamen siyasi; çünkü tüm yasaları olduğu gibi anayasaları yapan siyasi organlar, yani meclisler (parlamentolar, yasama organları), çıkarları çatışan toplumsal sınıfların temsilcileridir. Bu temsilcilerin genel olarak ezici çoğunluğu da hep varlıklı sınıfın temsilcilerinden oluşur. Dolayısıyla bu kurullardan çıkacak yasaların, bu kurulların çıkaracağı anayasaların emekçilere, yoksullara haksızlık yapmaması imkansız. Zaten öyle oluyor.
* * * *
Öte yandan, anayasaların, hem öteki tüm hukuk metinleri açısından tartışılmaz bir üstünlükleri, hem de bu düzenlemeleri yapanlar ve uygulayanlar açısından tartışılmaz bir bağlayıcılıkları var. Yani hem tüm alt hukuki metinlerin mutlaka anayasaya uygun olması, hem de yargıdaki, yürütme ve idaredeki tüm uygulayıcıların anayasaya uygun hareket etmesi şart!..
Oysa kavga da buradan, anayasaya uymak istemeyen kişi, kurum ve organların çokluğundan, cüretinden çıkar. Özellikle gerici iktidar sahiplerinin aynen uymak ve uygulamak istediği tek anayasa var: Bizzat kendilerinin yazdıkları anayasa!.. Yani kendi ağızlarından çıkan kanun olsun, anayasa olsun isterler.
Dolayısıyla burada, anayasa terimini esasen bildiğimiz «hukuk» olarak algılamakta yarar var.
* * * *
Anayasalar, olağan parlamentolar tarafından değil, sadece anayasa yapmak üzere oluşturulmuş kurucu meclislerce yapılır. Genellikle toplumdaki bütün hak ve çıkar gruplarının temsilcileri, bu kurucu meclislerde de bulunur. Ama en azından görünürde, bu grupların hiç biri, kurulu, örgütlü bir siyasi parti mensubu, dolayısıyla parti disiplini baskısı altında değildir; gelecek seçimde yeniden seçilme kaygısı taşımaz. Temel özellikleri budur; anayasalar bu nedenle bu tür özel meclisler tarafından yapılır. Ve bu meclisler de seçilmiştir, olağanüstü yetkileri yoktur. Tek yetkileri ve görevleri anayasa yapmaktır.
«Yeni anayasa» tartışmalarının birinci sorunlu yanı buydu.
Yeni anayasa çalışmaları, 2011 Haziran'ında olağan ve rutin biçimde seçilmiş parlamentoca yürütüldü. Uzlaşma Komisyonu üyelerinin hepsi parlamentoda grubu bulunan partilerin temsilcisiydi. Hepsi belli bir parti disiplinine uymak zorundaydı... Hepsinin «yeniden seçilme» kaygısı vardı. Bu nedenle de hepsinin gözü kendi partilerinin yöneticilerindeydi. Ve en önemlisi, iktidar partisinin geleceğe yönelik pek çok seçim beklentisi (siyasi çıkar beklentisi), başta başkanlık sistemi olmak üzere bu komisyonun çalışmalarına, engelleyici biçimde yansıyordu.
Oysa bir «kurucu meclis» te bir iktidar partisi çoğunluğundan, bu çoğunluğun, hele onun başındaki şahsın otoriter, diktatoryal, hatta faşist siyasi çıkar beklentisinden söz etmek mümkün olmazdı, olamazdı. Başkanlık sisteminin son Mohikanı receptayyip erdoğan ise, yargı ve yürütmenin tamamen kendisine bağlı olması, başbakanın bile masum numan kurtulamamış modelinde bir «çıkmayan ses» olmasının ötesinde, parlamentoyu da canı istediği zaman feshetmeyi pervasızca, babasından harçlık isteyen zamane çocuk şımarıklığı, küstahlığıyla isteyebildi.
Hazır bu kendini beğenmiş, kifayetsiz ama muhteris cesareti bulmuşken, neden «başkanlık, babadan oğla, hatta başkan kimi istiyorsa ona geçer» dememişse...
Yeni anayasa tartışmalarında bir başka sorunlu yan, «anayasa değişikliği mi, yeni anayasa mı» sorusu...
12 Eylül darbesi ürünü, her alanda hak ve özgürlüklere, demokrasiye aykırı pek çok hüküm içerdiği apaçık 1982 anayasasının, 1983 yılındaki seçmenlerin yüzde 92'sinin oyunu alarak meşrulaştığı, matematiksel, aritmetiksel bir gerçek. «Kabul» biçimindeki yüzde 92 ne kadar ürkütücü bir büyük oran ise, «red» diyen yüzde 8 de o kadar düşündürücü, kaygı verici, düş kırıcı bir küçük oran.
O yüzde 92'nin temsil ettiği toplum kesimleri, kurumları, kişileri hala aramızda. Eğer % 92 kötü, utanılacak, bugün «değiştirelim» diye soluk soluğa kalınacak bir sonuç idiyse, hiçbir toplum kesimi kendisini kolay kolay tamamen aklayamaz. Bugünkü verilere göre AKP'ye oy veren yüzde 49 da, CHP'ye oy veren yüzde 26 da, MHP'ye oy veren yüzde 14 de, 1982 anayasasına «red» diyen «yüzde 8» den büyük; en azı neredeyse iki katı... Demek ki AKP'ye de, CHP'ye de, MHP'ye de oy verenlerin büyük çoğunluğu, teorik olarak 1982 anayasasına «evet» demiş. Bu tablonun askeri yönetim, sıkıyönetim korkusuyla mazur gösterilmesi de mümkün değil; bu tablo bu ülkenin seçmen yurttaşları için övünülecek, yüz akı bir tablo da değil.
* * * *
1982 anayasası buna rağmen kötü, değiştirilmeli. Ancak...
Sonuncusu 12 Eylül 2010'da olmak üzere onlarca kez değiştirildi bu anayasa!!!.. Amaç demokratikleşme idiyse, ve sadece anayasa değiştirilerek, üç beş kanun çıkarılarak demokrat olunabilecekse, bunca değişikliğe rağmen neden hala demokratikleşmedik?
Demek çok yasayla, çok anayasayla veya anayasayı, yasaları çok değiştirerek ne hukuk devleti olunuyormuş, ne de demokrat!..
İngiltere'nin yazılı bir anayasası YOK! Hangisi daha hukuk devleti? İngiltere mi, Türkiye mi?!..
Ya yapılan değişiklikler gerçekten demokratikleşme amacıyla değil, «zevahiri kurtarmak» üzere yapılmış; ya demokratikleşmeyi sağlayacak alanlarda, maddelerde değil, uyduruk konularda yapılmış; ya da en kötüsü, tamamen demokrasiye aykırı değişiklikler yapılmış.
2010 anayasa değişiklikleri işte tam da buydu. Yargı sisteminin eli kolu, receptayyiperdoğanı asla suçlayamayacak, yargılayamayacak, hele kesinlikle mahkum edemeyecek; buna karşılık her türlü muhalefeti (neredeyse TBMM'deki muhalefeti bile!..) her an, her biçimde suçlayıp, yargılayıp mahkum edecek, hatta artık öldürecek, kafasını patlatacak, gözünü çıkaracak, suyla havaya uçurup yere çalacak, zehirli gaza boğacak ölçüde bağlandı.
Çünkü mevcut iktidar, yaptıkları ve yapmak istedikleriyle mevcut hukuk ve yargı sistemi devam ederse suçlanmaktan, yargılanmaktan ve mahkumiyetten kurtulamayacağını çok iyi biliyordu. 2010 değişiklikleriyle Anayasa Mahkemesi'nin, Yargıtay'ın, Danıştay'ın, özellikle Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun, iktidar partisinin adeta il başkanlıkları düzeyine indirgenmesindeki amaç buydu.
* * * *
«Yeni anayasa» söyleminin, tartışmasının, dayatmasının, tutturmasının en çarpık yanı da buydu...
İki bin yıllık Türk devletinin başına MAALESEF(!) getirilen aşiret reisi veya kasaba tüccarı, 2010 değişikliklerinin esası olan 26 anayasa maddesinin, kendileri için «kırmızı çizgi» olduğunu, bu 26 maddenin tartışılmasına kesinlikle yanaşmayacağını çok net olarak açıkladı. Kabile büyücüsü burhankuzu gibi daha alt düzey hınk deyiciler ise «uzlaşma hiç mümkün olmazsa aynı anayasayla yolumuza devam ederiz. 2010 değişikliğinin 26 maddesi bize yeter» dedi.
2010 anayasasının 26 maddesine hiç dokunulamayacak ve aynen sözde YENİ(!..) anayasaya aktarılacaksa, aşiret reisinin emrettiği anayasanın neresi «YENİ» ydi?!.. Yoksa reis oturamayanboğa, «alt tarafınız AŞİRET.. Anayasa sizin neyinize» mi demek istiyordu?
Peki biz aşiret miydik?!..
Kendisi de onun için mi tüm devlet kurumlarını «başkanlık» haline getirip, bunun için mi «BAŞKAN» olmak istiyordu? «Başkan», «reis» in Türkçesi malum! Kendisine anca aşiret reisliğini, kabile reisliğini yakıştıran, bize de aşiretliği yakıştırmış çok mu? Çapı, hacmi, istiap haddi bu kadar!.. N'aaapsın!..
Demek ki «yeni anayasa» lakırdısı tam bir lafıgüzaftı... Demek ki amaç, demek ki sorun, gerçekten bir «yeni anayasa» yapmak değildi. Demek ki amaç, AKP (receptayyip) ve BDP'nin (öcalankandil) siyasi beklentilerinin, anayasada birleştirilerek gerçekleştirilmesi.
AKP'nin (receptayyip), iki temel isteği var. 1) Anayasa'daki ilk dört maddenin ve laiklikle ilgili düzenlemelerin kaldırılması, 2) Başkanlık sistemi...
BDP'nin (öcalankandil) istekleri de biliniyor. En başta yine ilk dört maddenin kaldırılması var. Sonra öcalanın koşullarının rahatlatılması... Ana dilde savunma... Ana dilde eğitim... En azından özerklik... Olursa federasyon... Nihayet bağımsızlık...
İki partinin istekleri aynı temelde birleşiyordu: Sevr!... BDP ve AKP, anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek ilk dört maddesinin yok edilmesinde anlaşıyordu. Başkanlık sistemi de «özerklik» talebiyle pek ala uyuşuyordu.
Laiklik, cumhuriyet, hele tam bağımsızlık BDP'nin de derdi değildi. Ama anlaşılıyordu ki, başkanlık rejimi yaftasıyla bir receptayyip diktatörlüğü de umurlarında değildi. receptayyip diktatörlüğü, apo diktatörlüğünden daha ağır olamazdı ya!...
* * * *
Bütün bu hengamenin vitrindeki, sahnedeki gerekçesi «demokratikleşme», «daha demokrat bir Türkiye» değil miydi?!.. Bakalım «değiştirilmesi teklif» dahi edilemeyecek, ama değiştirilmesi, söz konusu iki parti tarafından çok istenen maddelerine:
MADDE 1 – Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.
MADDE 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
MADDE 3 – Türkiye devleti ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanunda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı «İstiklal Marşı» dır. Başkenti Ankara'dır.
Dördüncü madde de, bu hükümlerin değiştirilemeyeceğini, değiştirilmesinin teklif edilmeyeceğini emrediyordu.
Şimdi soralım: Türkiye devleti bir «cumhuriyet» olmasa mıydı? Türkiye Cumhuriyeti «toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti» olmasa mıydı? Türkiye Devleti, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün olmasa mıydı? Dili Türkçe olmasa mıldı? Bayrağı, beyaz ay yıldızlı al bayrak olmasa mıydı? Milli marşı «İstiklal Marşı» olmasa mıydı? Başkenti Ankara olmasa mıydı?..
Niye?!.. Cumhuriyet olmayınca, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, laik ve sosyal bir hukuk devleti olmayınca, dili Türkçe olmayınca, bayrağı beyaz ay yıldızlı al bayrak olmayınca, başkenti Ankara olmayınca, ülkesiyle ve milletiyle bölünür olunca; yasama da bakanlar kurulu da aşiret reisi receptayyiperdoğanın kuklası haline gelince mi fevkalade demokrat olunacaktı?.. Kabile büyücüsü burhankuzu, o zaman mı yıllardır rüya haline getirdiği bakanlık koltuğuna oturacaktı?
Bu tartışmanın bütün tarafları, özellikle bu dört maddenin kaldırılmasını isteyenler, bu sorulara en net cevabı vermeli.
Ya, «hayır, bizim böyle bir niyetimiz, kastımız yok. Bunların demokratikleşmeyle de ilgisi yok» demelidirler. Ya da «evet; biz laik cumhuriyet değil İslam Cumhuriyeti istiyoruz; sosyal hukuk devleti istemiyoruz; anti emperyalist-tam bağımsız Türkiye istemiyoruz; dil Türkçe olmasın, bayrak beyaz ay yıldızlı al bayrak olmasın, başkent Ankara olmasın; ülke ve millet varsın parçalansın» demelidirler... Diyebiliyorlarsa...
* * * *
Gelelim başkanlık sistemine...
Anavatanı ABD... Ama erdoğanın dayattığı başkanlık yetkilerinin neredeyse hiç biri ABD başkanında yok. Hele başkan ile Kongre çoğunluğunun, Temsilciler Meclisi ve Senato kanatlarından her hangi birinde farklı partiden olması halinde Kongre, başkana her adımında adeta kök söktürüyor.
erdoğanın istediği bu değil. O, bugünkü sistemimizin sağladığı, kendisinin de kitabına uydurarak, hatta kitabı da hiçe sayarak yarattığı ve Obama'nınkinden çok daha fazla olan yetki ve olanaklarla bile yetinmiyor. AKP'nin, başkanlık sistemi ile ilgili olarak TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu'na verdiği önerilerde neredeyse bir tek, «başkanlık babadan oğula geçer» maddesi eksikti.
Başkanlık sisteminin uygulandığı ABD dışındaki ülkeler içinse anayasa hukukçuları «başkancı sistem» deyimini kullanıyor. Yani kuvvetler ayrılığı, denge ve denetleme yok. Başkan ne diyorsa o!..
****
İdeal anlamda «başkanlık sistemi», doğduğu ülke olan Amerika için neredeyse kaçınılmaz bir sistem. Amerika, kendi koşullarının doğal sonucu olarak bu sistemi benimsemiş. Başka çaresi yoktu, «parlamenter sistem Amerika için düşünülemezdi», demek bile mümkün.
Amerika BİRLEŞİK devletlerini oluşturan eyaletlerin sayısı, başlangıçta sadece 13 idi. Bunlar, başlangıçta İngiltere krallığına bağlı kolonilerdi. İngiltere'nin yoğun sömürgeci baskısı karşısında, önce İngiltere'ye karşı çok ciddi, hatta kanlı bir bağımsızlık savaşı verdiler. Ve kazandılar...
BİRLEŞİK DEVLETLER'i oluşturmaları daha da sancılı oldu. Güney'deki eyaletler çok ağırlıklı olarak tarım bölgeleriydi. 18'inci yüzyıl koşullarında ucuz emeğe çok ihtiyaçları vardı. Bu emeğin kaynağı da Afrika'dan zorla getirilmiş zenci kölelerdi. Ziraatçi olmayan Kuzey eyaletleri köleliğin kaldırılmasını önerirken Güney buna asla yanaşmadı. 4 yıl sürecek son derece, İngiltere'ye karşı verilen bağımsızlık mücadelesinden de kanlı bir iç savaş yaşandı «BİRLEŞİK» Devlet olmak uğruna...
AMERİKA, DÖRT YIL SÜREN O KANLI İÇ SAVAŞI, BİZE DAYATTIĞI GİBİ, İRAN'A, IRAK'A, SURİYE'YE, LİBYA'YA DAYATTIĞI GİBİ AYRILMAK İÇİN DEĞİL BİRLEŞMEK İÇİN YAŞADI.
Güney yenildi; BİRLEŞİK Devlet olmaya razı oldu. Ama elbette şartları vardı. Her eyalet, iç işlerinde neredeyse tamamen bağımsız olacaktı. Valisini, belediye başkanını, emniyet müdürünü (şerif – Red Kit) kendisi seçecek, vergisini toplayacak, güvenlik, sağlık, eğitim dahil bütün yerel hizmetleri kendisi görecekti. Nitekim görüyor. Vaşington'daki başkan ve Kongre ise sadece dış savunma, dış politika, genel ekonomi gibi bütün ülkeyi ilgilendiren işleri yapacak ve bir de protokoler anlamda ülkeyi temsil edecekti.
Kuzey eyaletleri buna razı oldu, çünkü başka türlü BİRLEŞME mümkün olmayacaktı. Bugün de, her eyaletin kendi yasaması ve yürütmesi son derece güçlü olduğu gibi, Vaşington'daki yasama, yani Kongre de Başkan (ana... merkezi yürütme) karşısında son derece güçlü.
Kısaca Amerika'daki başkanlık sistemi tamamen o ülkenin kendi özgün koşullarının ürünü olduğu gibi, hiç de bizde düşünüldüğü gibi padişah yetkilerine sahip astığı astık bir devlet başkanı modeli değil. Aksi taktirde «BİRLEŞİK» Amerika mümkün olmazdı; güney eyaletleri asla birleşmezdi.
Aynı durum, örnek gösterilebilecek başka ülkeler için de söz konusu. Hatta durum bizde sanıldığından çok daha karmaşık veya farklı... Örneğin, BASK'ı ile, ETA'sı ile, Katalonya'sı ile 17 özerk bölgesi ile durmadan örnek gösterilen İspanya'da başkanlık sistemi yok. Devlet başkanlığı makamında, tıpkı İngiltere'de olduğu gibi monarşik kral var. Ama apaçık ve güçlü bir parlamenter sistem var...
İtalya'da da özerk bölgeler var, ama sembolik temsili ve idari yetkilere sahip seçilmiş bir cumhurbaşkanı dışında yine çok güçlü bir parlamenter sistem de var.
Portekiz ve Almanya, tıpkı İtalya'ya benzer; özerk bölgeler var; ama başkanlık değil klasik parlamenter sistem söz konusu.
İngiltere, bir İrlanda deneyimi ve örneğine sahip olmakla birlikte, bugün için David Cameron, monarşinin kraliçesine (kralına) rağmen tüm yetkilerin sahibi, güçlü bir parlamenter sistemin başbakanı. Saray, kraliçe (kral), neredeyse tamamen bir tarihi sembol, hatta nostalji...
Fransa ayrıksı... Hem özerk bölgeleri var, hem de başkanlık değil ama yarı başkanlık sistemine sahip. Ama aynı zamanda ülkeyi, içeride adı üstünde «yarı yarıya» başbakan yönetiyor.
Bu ülkelerin hemen hepsinde gayet güçlü anayasa mahkemeleri, güçlü bir yargı bağımsızlığı, güçlü muhalefet partileri, güçlü bir sivil toplum, çok gelişmiş, geleneği olan üniversiteler, bizimkinden çok daha etkin bir parlamento, olabildiğince güçlü bir katılımcılık da var.
Fakat çok daha önemlisi, sahip oldukları sistemin, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri'nde olduğu gibi, yine tamamen bu ülkelerin kendi özgün koşullarından doğması... Bir kere federal yapı veya özerk bölgeler bu ülkelerin de olmazsa olmazı. Bir başka ifadeyle, tarihi koşulları, toplumsal yapıları itibariyle eğer özerk bölgeler veya federal yapı söz konusu olmasaydı bugün bir İspanya Krallığı, bir Almanya Federal Cumhuriyeti, bir Fransa, İtalya cumhuriyeti olamazdı!
BU ÜLKELER ANCAK BU HALLERİYLE, YANİ FEDERAL YAPILARIYLA, ÖZERK BÖLGELERİYLE VAR OLABİLMİŞ. BU ÜLKELER BİRLEŞEBİLMEK İÇİN KAN DÖKMÜŞ...
BİZE DAYATILDIĞI GİBİ, AYRILMAK İÇİN DEĞİL!
FEDERAL YAPI VEYA ÖZERK BÖLGELER SÖZ KONUSU OLMASAYDI KAN DA DÖKÜLSE BİRLEŞEMEZLERDİ.
Çünkü bu ülkeler, örneğin İspanya, İspanya Krallığı olmadan önce bağımsız krallıklardan ibaretti. İtalya, Almanya sayısız küçük prenslikten, kontluktan, dukalıktan vb. oluşuyordu. İtalya, İspanya, Almanya sadece coğrafi bölge adları idi...
İtalya adı, önceleri yalnızca bugünkü İtalya'nın güneyindeki bir bölgeyi anlatmak için kullanıldı. Bu adın tüm yarımadanın adı olması, ancak Romalıların bölgeyi ele geçirmesinden sonra... Roma İmparatorluğunun batı bölümü, 5. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar İspanya, Galya ve İtalya'yı içine alan bağımsız krallıklara bölünmüştü. Venedik, Cenova, Floransa, Napoli başta olmak üzere siyaset, sanat ve kültürde de dikkat çeken, hümanizm ve Rönesans hareketlerine öncülük eden bu şehir devletleri, ticaret burjuvazisinin ayrıcalıklı olduğu yönetimlere sahipti.
1800'lerin, 19'uncu yüzyılın başına gelindiğinde İtalya yarımadasında Papalık Devleti, Sardunya-Piemonte Krallığı, Toskana Grandüklüğü, Modena Düklüğü ve Lombardiya-Venedik Krallığı bulunuyordu. Ama Giuseppe Garibaldi gibi komutanlar öncülüğünde birleşme mücadelesi de sürüyordu. İtalyan ulusal birliği, yine de ancak 1886'da Venedik'in birliğe katılmasıyla tam olarak tamamlanıp İtalya Krallığı kurulabildi. Daha 128 yıl öncesine kadar, bugün Berlusconi'si, Mussolini'si, Sophia Loren'i, Umberto Eco'su, Marcello Mastroianni'si, Bertolucci'si, Pasolini'si, Fellini'si, Visconti'si, Cinema Paradiso'su, Tomaso Albinoni'si, Vincenzo Bellini'si, Verdi'si, Vivaldi'si ile bildiğimiz bir İtalya Cumhuriyeti yoktu.
Bugün var; özerk bölgeleri de var; ama başkanlık sistemi yok!
Onlar özerk bölgeleri, bize dayatıldığı gibi ayrılmak üzere değil, ayrılarak değil, birleşmek için, birleşerek kurmuşlar; iç ve dış işlerinde zaten tamamen bağımsız olan şehir devletleri, bazı haklarından vazgeçip daha güçlü bir yapı kurmak için özerk biçimde birleşmiş.
İspanya ve Portekiz'deki de benzer bir durum. 1716'ya kadar, bugünkü 50 il ve 17 özerk bölgeden oluşan bir İspanya krallığı yok.
1871'e kadar, adı Prusya dahi olsa, imparatorluk da olsa hukuken, resmen bir «Alman» devleti de yok. Önce konfederalleşerek, sonra federalleşerek ancak oluşabilmiş.
Birbirleriyle veya yabancı düşmanlarla dövüşerek veya kimseyle dövüşmeden... Federalleşerek, özerklikle... zaten ayrı, bağımsız olan birimler birleşmiş tarihte.
Kaldı ki bu ülkelerin hemen hepsinde, ayrı ayrı iken federalleşerek veya özerklikle birleşen unsurların çok azı farklı etnisite veya millet... Örneğin İspanya'da 17 özerk bölgeden sadece üçünde veya dördünde farklı etnisiteden söz edilebilir; kalanların hepsi İspanyol. Yani farklı etnisitelere mensup oldukları ve biri diğerine üstünlük tasladığı, biri diğerini ezip sömürdüğü, dilini yok ettiği, inkarcılık yaptığı için özerk değil.
İtalya ve Almanya'da ise İspanya'daki kadar dahi farklılık yok. Alman federe devletlerinin tamamının halkı Alman, İtalya özerk bölgelerinin tamamının halkı İtalyan... Almanya'da, İtalya'da, hatta Katalanların, Baskların bütün ukalalıklarına rağmen İspanya'da kim kimi inkar etmiş de federalizm, özerklik var?..
TÜRK'LE KÜRT İSE ZATEN BİRLEŞİKTİ. ŞİMDİ TÜRK'LE KÜRT SÖZ KONUSU OLUNCA ÖZERKLİK-FEDERALLİK, AYRILMAK İÇİN KULLANILMAK İSTENİYOR.
BİRLEŞİKKEN FEDERALLEŞMENİN, ÖZERKLEŞMENİN... AYRILMAKTAN (BAĞIMSIZLIKTAN) BAŞKA ANLAMI YOK... İNSANLIK TARİHİNİN DÜNYANIN HER YERİNDE VERDİĞİ DERS BU...
«İspanya, İtalya, Almanya öyle olabilir. Ama ben ayrılmak istiyorum. Bunun için de silahlı veya siyasi mücadele ediyorum» derseniz bunu anlamak mümkündür. Öyleyse, Amerika, İngiltere, İspanya... diyip durmayacaksınız. Tam tersine, bu örnekleri, verecekse, kendi tezini, konumunu savunmak üzere Türkiye Cumhuriyeti verecek, siz de yine tam tersine karşı çıkacaksınız. Çünkü sizin istediğiniz, bu örneklerle bağdaşmaz. Onlar birleşmek için savaşmış ve ancak özerklikle, federasyonla birleşmiş. Siz ayrılmak için savaşıyorsunuz.
Sizin istediğinizin, birilerinin tam yetkili padişahlık isterken Amerika'nın başkanlık sistemini örnek göstermesinden farkı yok.
200 yıldır, akıl almaz entrikalar eşliğinde çıkarılan tüm silahlı isyanlara rağmen Osmanlı'da ve Anadolu'da Kürt'le Türk koparılamamış. Şimdi isteniyor ve yapılmaya çalışılıyor ki, Türkiye'nin ve Türklerin savunma refleksleri, «bak itiraz edersen oğlun şehit olur, anan ağlar... Hem bak Silivri'de mahkemeler, hapishaneler var» tehdidi ile istenilenlerin tümü Anayasa'ya konarak yasallaşsın, hukuksallaşsın, meşrulaşsın, kimse birilerine hain diyemesin, suçlayıp yargılayamasın... Araya bir de seçilmiş krallık (SEÇİLMİŞ AŞİRET VEYA KABİLE REİSİ) koyarsak spesiyal bir lezzet olur...» kıvamında kırılsın.
Kırılır mı? Hele böyle demokratikleşme, geçmişle hesaplaşma gibi; ezdi, sömürdü, inkar etti gibi, dil yasaklandı gibi son derece alçak, en kibar ifadelerle gönül kırıcı, haksız, gerçek dışı iddialar varsa kırılır mı? Mühür sahibi, alçak, işbirlikçi, hain Türk'lerle ortaklaşa, Amerikan, Avrupa kıçı yalayarak «bağımsızlık» diyorsan, kırılır mı?
Demokratikleşme başka şeydir, bütün bunlar başka şey. Gerek başkanlık sistemi, gerek özerklik, federalleşme bağlamında verilen yabancı örneklerin hiçbiri Türkiye için uygun değil; en başta örnekleme yöntemi uygunsuz. Bu konular, oradan buradan kopya çekerek halledilmez. Amerika'n modeline aynen uyarak, yani kopya çekerek yahut başkasının kopyası olarak, hele Amerika'nın kucağında bağımsız olunmaz. Olsa olsa uşak olunur. İster Türk olun, ister Kürt, Çerkez, Laz, Arap, Filipinli, Japon, Çinli, Hint, Pakistanlı, Yunan, İtalyan... Ve hatta Fransız, Alman, Rus...
Avrupa Birliği bile...
Kimden, ne kadar bağımsız? Sırf İkinci Dünya Savaşı yaramazlığı nedeniyle ve sırf Amerika öyle istediği için (yani Amerika tarafından verilen ceza ve Amerika'nın dünya planlaması anlamında), Avrupa'daki devletlerin hemen hiçbirinin doğru dürüst ordusu yok!.. Avrupa dışındaki Japonya dahil.
Amerika bu nedenle dünyanın halt edici jandarması... İdi... Irak, Libya ilkelliği, Tunus, Mısır düzenbazlığı ve nihayet Suriye halt etmesine kadar...
Şimdi niye «hadi Esad'a yükleniverelim» diyen en sadık uşağı, Türkiye'deki oturamayanboğaya, «otur yerinde. Ben de tek başına bir şey yapmam. Elimde sihirli değnek yok» diyor?
****
Demokratikleşme sadece Kürtlerin sorunu değildi. Türkiye'deki herkesin demokratikleşme ile ilgili sorunu vardı; bugün yoksa yarın olacaktı; olurdu. Böyle giderse yakın gelecekte AKP kabilesinin ve onun şefinin, reisinin, şeflerinin, reislerinin bile olabilir.
Türkleri kırıp, küstürüp korkuturken Kürtleri böyle alabildiğine şımartmak; Türk Silahlı Kuvvetlerini görünürde hükümeti devirmek için terör örgütü kurmaktan, ama esasen bal gibi PKK'ya karşı savaşmaktan müebbet hapse mahkum ederken, aynı PKK'yı azat etmek değildi demokrasi. Hele bunu anayasa ile yapmak hiç değildi.
«Yargının», hatta yarın çoğunluğun kaybedilmesi ihtimalinin bulunduğu yasamanın denetiminden, anayasa aracılığıyla kurtulmak değildi demokrasi.
Laiklikten, bayraktan, Ankara'dan, sosyal devletten, tam bağımsızlıktan kurtulmak değildi demokrasi.
«Malum» şahsı seçimle padişah, idam mahkumu bir başka «malum» şahsı da onun yanına eş-padişah yapmak değildi demokrasi.
Kaldı ki, hukuki metinlere, yasalara ve anayasalara bu kadar ağır yük yüklemek, onlardan bu kadar çok şey beklemek de hem gerçekçi değildi hem de haksızlıktı. Bütün hukuki metinler insanlar tarafından yazılır ve uygulanır. Kafası gerçekten medeni olmaya basmayan insanın eline en iyi anayasayı versen ne yazar!? Yazılı anayasası olmayan İngiltere bizden daha mı geri, anayasası olmadığı için? Ya da biz, yazılı anayasa bir yana, her gün değiştirmeye debelendiğimiz için daha mı ileriyiz?
Sürekli değiştirilmek, yenisi yazılmak istenen anayasanın, iyi bir metin olacağı izlenimini hiç vermemesi bir yana; çok yasa, iyi yasa, iyi anayasa olması her şeyin gül gülistan olduğu, kusursuz demokrasi, kusursuz insan hakları anlamına gelmezdi. Bizde 15 binin üzerinde yasa var; resmen dört anayasamız olmuş, sadece sonuncusunda 100'e yakın değişiklik yapmışız.
Bugünkü durumumuzun, yüz sene önce,
«- Yok kanun, yap kanun! Yaparım olur, bozarım olmaz» diyen ve günümüzde anayasa ve yasalardan çok şey bekleyen çevrelerin yerden yere vurduğu İttihatçı Enver Paşa'dan ne farkı var?!..
Durmadan kanun çıkarıp anayasa değiştirmek, her şeyi yasanın, anayasanın içine sokmak; hukuka çok saygı duymak, hele hukuk devleti olmak anlamına gelmezdi. Prosedüre, usule uygun kanun çıkarabilirdiniz; bu hukuktur, tamam; ama vicdan, adalet olmayabilir günümüzde görüldüğü üzere.
Parlamentoları, resmi gazeteleri olmayan padişahların, kralların hiç mi vicdana, adalete, hakkaniyete uygun fermanı yoktu? Ya da parlamentolardan her zaman vicdana, adalete, hakkaniyete uygun kanun mu çıkıyordu?
Kimse kendi özel niyetini demokrasi, özgürlük, din, ahlak, namus, millet, milliyet diye allayıp pullayıp serçeyi bülbül diye satmaya kalkışmasın.
Demokratlık, kitabına uydurulmuş kaypaklık, kitabına uydurulmuş takiyye mi demektir?!..
17 Aralık 2014'ten bu yana bu kaypaklığın en müstesna örneklerini yaşıyoruz. Yine durmadan meclise kanun sevk ediliyor, meclis durmadan sözde çalışıyor.
Bütün bunlar ne Reis Oturamayan-susamayanboğayı David Cameron, Obama, Merkel yapar, ne Türkiye'yi İngiltere, Amerika, Almanya...
Yapsa yapsa Türkiye'yi «kabile», erdoğanı kabile reisi yapar!
Ali Tartanoğlu
Kaydol:
Kayıt Yorumları
(
Atom
)
0 yorum :
Yorum Gönder